YARGITAY HUKUK GENEL KURULU
Tarih: 16.06.2010 Esas: 2010 / 1-295 Karar: 2010 / 333
Muris Muvazaası – Miras Bırakanın Gerçek İrade ve Amacının
Tespiti – Gizli Sözleşme Unsuru
Özet:
Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil talebine ilişkindir. Bu tür
davalarda miras bırakanın gerçek irade ve amacı duraksamaya yer olmayacak şekilde ortaya
çıkarılmalıdır. Bunun için de miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin
bulunup bulunmadığı, miras bırakanın mirasçılarla ilişkileri, yaşı, sağlık durumu, temlik edilen malın
tüm mal varlığına oranı gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır. Muris muvazaalarında,
gerçek iradeye uygun olmayan bilinen ve açıklanan sözleşme “görünüşte sözleşme”, gerçek
iradeye uyan ancak saklanan, gizli kalan sözleşmeye de “gizli sözleşme” denilmektedir. Muris
muvazaasında, gizli sözleşme daima bağış sözleşmesi şeklinde yapılmaktadır. Gizli sözleşme
yoksa, muris muvazaasından bahsedilemez.
Taraflar arasındaki “Tapu İptali, Tescil ve Tenkis“ davasından dolayı yapılan yargılama sonunda;
Sarıyer 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 20.06.2008 gün ve 2006/183
E. - 2008/202 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1.
Hukuk Dairesi’nin 17.02.2009 gün ve 2008/11225 E., 2009/1940 K. sayılı ilamı ile;
(...Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptal, tescil ve tenkis isteklerine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden toplanan delillerden; tarafların ortak miras bırakanı Gülseren’nin maliki olduğu
35 ada 13 parsel sayılı taşınmazdaki 4/16 payının intifa hakkını üzerinde bırakarak çıplak
mülkiyetini 21.10.1999 tarihli akitle davalıya satış yoluyla temlik ettiği anlaşılmaktadır.
Davacılar, miras bırakan Gülseren’nin davalıya yapmış olduğu temlikin mirasçıdan mal kaçırma
amaçlı ve muvazaalı olduğunu ileri sürerek eldeki davayı açmışlardır.
Bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide “muris muvazaası” olarak tanımlanan muvazaa, niteliği
itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada miras bırakan gerçekten
sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras
hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu
taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma
sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.
Bu durumda yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ve 01.04.1974 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme
Kararı’nda açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından,
gizli bağış sözleşmesi de Medeni Kanun’un 706 (yeni 782), Borçlar Kanunu’nun 213 ve Tapu
Kanunu’nun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay
sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin
muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini
isteyebilirler.
Hemen belirtmek gerekir ki bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme
ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl
irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç
sorun olan, gizlenen gerçek irade ile amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor
olduğundan, bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde
değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır.
Öte yandan, miras bırakanın sağlığında malvarlığının tamamını veya bir kısmını, mirasçıları
arasında hoşgörü ile karşılanabilecek makul ölçüler içerisinde paylaştırmışsa, mirasçısından mal
kaçırma iradesinden söz etme olanağı yoktur. O halde, miras bırakanın denkleştirme yapıp
yapmadığının üzerinde durulması, miras bırakandan tüm mirasçılarına intikal eden, taşınır,
taşınmaz ve hakların araştırılması, tapu kayıtları ve varsa öteki delil ve belgelerin mercilerinden
getirtilmesi, her bir mirasçıya geçirilen malların ve hakların nitelikleri ile değerleri hakkında uzman
bilirkişiden rapor alınarak, paylaştırmanın mı yoksa mal kaçırma amacının mı üstün tutulduğunun
aydınlığa kavuşturulması zorunludur.
Somut olaya gelince, davacıların miras bırakan Gülseren’nin oğulları, davalı Sevgi’nin ise kızı
olduğu, miras bırakan Gülseren’in sağlığında davalı ile birlikte aynı çatı altında hayatını idame
ettirdiği ve hasta olması sebebiyle davalının; annesi olan murisin gerekli her türlü tedavisi ile
ilgilendiği, tüm sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarını karşıladığı ve murise hayatı boyunca bir evladın
ebeveynine bakmakla ve göstermekle yükümlü olduğu şartların fevkinde ilgisini ve hizmetini
esirgemediği dosya kapsamı ile sabittir.
Oysa çekişme konusu taşınmazın satış şeklinde davalıya temlik edildiği görülmektedir. Hemen
belirtilmelidir ki, satışa konu edilen bir malın devrinin belirli bir semen karşılığında olacağı
kuşkusuzdur. Semenin bir başka ifade ile malın bedelinin ise mutlaka para olması şart olmayıp
belirli bir hizmet veya bir emekte olabileceği kabul edilmelidir. Esasen yukarıda da değinildiği üzere
muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak açılan davaların hukuki dayanağını teşkil eden
01.04.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda miras bırakanın gerçek iradesinin
mirasçıdan mal kaçırma olması halinde uygulanabilirliğinin kabulü gerekir. Bir başka ifade ile
murisin iradesi önem taşır.
O halde, yukarıda değinilen somut olgular açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde,
miras bırakının yapmış olduğu temlikle ilgili olarak gerçek amaç ve iradesinin mirasçıdan mal
kaçırmak olmadığı ve bu amaçla temlikin gerçekleştirilmediği kabul edilmelidir.
Hal böyle olunca açılan davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabulü yönünde hüküm
kurulmuş olması doğru değildir...)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda;
mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temlik Eden: Davalı vekili.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve
dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptal, tescil ve tenkis isteklerine ilişkindir.
Mahkemenin; “Toplanan kanıtlardan murisin sağlığında dava konusu taşınmazdaki payının çıplak
mülkiyetini davalıya bağışladığı ancak yapılan işlemin satış şeklinde gösterildiği gerçekte bu
temlikin ivazsız ve bağış niteliğinde olduğu; temlikin diğer mirasçıları miras hakkından yoksun
bırakmak amacı ile yapıldığı anlaşılmıştır.” gerekçesiyle “davanın kabulüne” dair verdiği karar; özel
dairece yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuş, yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararını davalı vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava konusu taşınmazın davalıya
temlikinin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uygulamada ve öğretide “muris muvazaası” olarak isimlendirilen muvazaa türünün Türk
Hukukunda büyük yeri ve önemi vardır. Muvazaa davalarının büyük bölümü muris muvazaasına
ilişkin bulunmaktadır.
Muris muvazaası da taraf muvazaası gibi pozitif hukukumuzda ayrıntılı biçimde düzenlenmemiş,
sadece Borçlar Kanunu’nun 18. maddesinde nispi (mevsuf-vasıflı) muvazaa olarak soyut bir şekilde
hükme bağlanmıştır. Ancak bu yönde pek çok davaların bulunması, toplumun gereksinmeleri ve
zorlamaları ile, muris muvazaası gerek öğretide ve gerekse uygulamada geniş boyutları ile ele
alınmış, bu yönde görüş ve kurallar geliştirilmiştir.
Muris muvazaasında, miras bırakan ile sözleşmenin karşı tarafı, aralarında yaptıkları bağış
sözleşmesini genellikle satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlemektedirler. Başka
bir anlatımla, miras bırakan ile karşı taraf malın gerçekten temliki hususunda anlaşmışlardır.
Görünüşteki ve gizlenen sözleşmelerin her ikisinde de samimi olarak temlik istenmektedir. Ne var
ki, görünüşteki satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesinin vasfı (niteliği) muvazaalı sözleşme
ile değiştirilmekte, ayrıca gizli bir bağış sözleşmesi düzenlenmektedir. Görünüşteki sözleşmenin
vasfı (niteliği) tamamen değiştirildiğinden, muris muvazaası aynı zamanda “tam muvazaa” özelliği
de taşımaktadır.
Muris muvazaası da öteki nispi (mevsuf-vasıflı) muvazaalar gibi dört unsurdan oluşur.
a- Görünüşteki Sözleşme: Miras bırakanın, mirasçıdan mal kaçırmak, onların kendilerinden mal
kaçırıldığı yönünde yapacakları itirazları, açacakları davaları önlemek, başka bir anlatımla onları
aldatmak için, karşı taraf ile anlaşarak, gerçek iradesine uygun düşmeyecek ve hiçbir hüküm ve
sonuç doğurmayacak biçimde düzenlediği sözleşmeye görünüşteki sözleşme denir.
b- Üçüncü Şahısları (Mirasçıları) Aldatmak Amacı: Muris muvazaasına bu açıdan bakıldığında,
öteki nispi muvazaalardan farkı mirasçıları aldatmak amacıyla yapılmasıdır. Daha açık anlatımıyla,
muris muvazaasında aldatmak isteyen (muvazaalı işlem yapan) miras bırakan, aldatılmak istenen
ise mirasçıdır. Oysa muris muvazaası dışında kalan mutlak ve nispi muvazaalarda aldatılmak
istenen üçüncü kişinin mirasçı olması şart değildir.
Muvazaalı sözleşme yapıldığı sırada mal kaçırılmak, aldatılmak istenen bir mirasçının veya
mirasçıların bulunması, aldatmak amacının (kastının) gerçekleşmesi için yeterlidir. Bu durumda
miras bırakanın ölüm tarihine göre mirasçı olan ve terekeden miras hakkı alması gereken
mirasçının, kendisinin henüz mirasçılık sıfatını kazanmadığı tarihte yapılan muvazaalı işleme karşı
durarak, muvazaanın tespiti için dava açmakta hukuki yararının ve hakkının bulunduğu açıktır.
Muvazaalı sözleşmenin yapıldığı tarihte mirasçı olmamasının muvazaa davası açma hakkına hiçbir
etkisi yoktur. Esasen bir mirasçı muvazaa nedeniyle açtığı bir iptal ve tescil davası sonunda muris
muvazaasının varlığını ispat edip o taşınmazın terekeye dönmesini sağladığı takdirde, muvazaalı
sözleşme tarihinde mirasçı olmayıp da, miras bırakanın ölüm tarihinde mirasçılık sıfatını kazanan
mirasçı o taşınmazdan pay aldığına göre, kendisine, muvazaalı sözleşme tarihinde mirasçı
olmaması nedeniyle dava açma hakkı tanınmaması açık bir çelişki yaratacağı gibi, hukuk mantığına
da uygun düşmez.
Miras bırakan sağlığında mallarını mirasçıları arasında, makul ölçüler içerisinde, dengeli bir biçimde
paylaştırmışsa, artık mirasçıdan mal kaçırmak, onları aldatmak kastı ve iradesi bulunmadığından,
muris muvazaasından söz etmek mümkün olmaz.
Bu gibi temliklerde miras bırakanın amacı mirasçıdan mal kaçırmak değil, mallarını sağlığında
mirasçılar arasında pay etmektir. Uygulamada “denkleştirme” olarak da tanımlanan bu
paylaştırmanın kabulü için, miras bırakanın tüm mirasçılar arasında paylaştırma yapması,
paylaştırmada tam bir eşitlik olmasa dahi makul ve hoşgörü ile karşılanabilecek bir denge kurması
gerekir.
Miras bırakan sadece mirasçılardan birine veya birkaçına pay vermişse veya paylaştırmada makul
ve hoşgörü sınırlarını aşan bir dengesizlik bulunuyorsa, paylaştırma değil mirasçıdan mal kaçırma
amacı üstün tutulmuş sayılacağından, aldatmak unsuru teşekkül edecektir. Bu takdirde de pay
almayan veya az pay verilen mirasçı veya mirasçıların dava açmak hakları doğacaktır.
Denkleştirmenin var olup olmadığının anlaşılabilmesi içim tüm mirasçılara verilen mal ve
kıymetlerin; tanık dinlemek, ilgili mercilerden bilgi ve belge istemek, tüm taraf delillerini toplamak,
uzman bilirkişi aracığı ile her bir mirasçıya verilen mal ve değerleri birbirleri ile kıyaslamak gerekir.
c- Tarafların Beyanları ile İradeleri Arasında İsteyerek Meydana Getirdikleri Uyumsuzluğu
Açıklayan Muvazaa Anlaşması: Muris muvazaasındaki muvazaa anlaşması, miras bırakan ile karşı
taraf arasında görünüşte yapılan sözleşmenin niteliğini değiştiren sözleşmedir.
Muvazaa sözleşmesi hiçbir şekil koşuluna bağlı değildir. Yazılı yapıldığı gibi çok kez de sözlü
yapılabilmektedir. Uygulamada muvazaa anlaşmasının çok zaman gizli sözleşme ile bir arada,
hatta onunla iç içe yapıldığı görülmektedir. Ancak gizli sözleşme ile birlikte yapılması muvazaa
sözleşmesinin ayrı bir sözleşme olması niteliğini ortadan kaldırmaz.
Gerek “taraf” gerekse “muris muvazaasında” muvazaa anlaşmasının varlığı muvazaanın oluşması
için şarttır. Muvazaa anlaşmasını miras bırakan bizzat veya vekili aracılığı ile yapabilir. Miras
bırakanın görünüşteki sözleşmeyi bizzat yapması, muvazaa anlaşmasını vekili aracılığı ile
yapmasına engel teşkil etmez.
Muvazaa anlaşmasının görünüşteki sözleşmeden önce veya en geç onunla aynı zamanda
yapılması gerekir. Daha sonra yapılan sözleşme bu muvazaa sözleşmesini değil, önceki geçerli
sözleşmeyi değiştiren ikinci bir sözleşme niteliğini taşır.
d- Gizli Sözleşme: Muris muvazaasının son unsuru, tüm nispi muvazaalarda olduğu gibi gizli
sözleşmedir. Miras bırakan malını bağış yoluyla devretmek istemekte, bu iradesine uygun bir
sözleşme yapmaktadır. Ne var ki, bu sözleşmeyi gerçek iradesine uygun olmayan başka nitelikteki
bir sözleşmenin arkasına gizlemektedir. Gerçek iradesine uygun olmayan, bilinen ve açıklanan
sözleşmeye “görünüşteki sözleşme”, gerçek iradesine uygun olan, ancak saklanan, gizli kalan
sözleşmeye de “gizli sözleşme” denmektedir.
Muris muvazaasında gizli sözleşme daima bağış sözleşmesi şeklinde yapılmaktadır. O halde muris
muvazaasında öteki mirasçılardan gizlenen, malın temliki değil, temlik sözleşmesinin niteliğidir.
Gizli sözleşme bulunmadığı takdirde muris muvazaasından söz etme olanağı yoktur.
Bu noktada; görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli sözleşme de
şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar resmi
sözleşmenin muvazaa nedeniyle geçersizliğinin tespitini ve tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
Hemen belirtilmelidir ki; burada yapılan temlikin gerçek yönünün, eş söyleyişle miras bırakanın
irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılması önemlidir. Bunun
için de, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul nedeninin bulunup bulunmadığı,
bakım borçlusu ve diğer mirasçılarla ilişkileri, yaşı, sağlık durumu, temlik edilen malın tüm
mamelekine oranı gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Saklı pay sahibi olsun veya olmasın, her mirasçı mirastan mal kaçırmak amacıyla miras bırakan
tarafından yapılan muvazaalı sözleşmenin geçersizliğinin tespitini, bu sözleşmeye dayanılarak bir
tapu kaydı oluşmuşsa tapu kaydının iptali ile pay oranında adına tescilini veya eski hale
getirilmesini (terekeye döndürülmesini) isteyebilir. Mirasçı, muvazaalı sözleşmenin dışında
kaldığından ve ona karşı koyduğundan üçüncü kişi durumundadır. Her ne kadar mirasçı muvazaalı
sözleşme yapan kişinin ardılı (külli halefi) ise de, miras bırakan muvazaalı sözleşme yaparak
kanunen kendisine intikal etmesi gereken miras hakkına mani olup onun tamamını veya bir
bölümünü başkasına intikal ettirdiğinden, bu sözleşmeye karşı koymakta, onun geçersizliğini
istemektedir.
Görülüyor ki, miras bırakanın iradesi ile mirasçının yararı çatışmaktadır. Bir bakıma mirasçı kanuni
hakkını miras bırakana karşı korumaya çalışmaktadır. Miras bırakanın iradesine karşı dava
açmaktadır. Bu itibarla muris muvazaası davasında mirasçının üçüncü kişi sıfatıyla hareket ettiği
kuşkusuzdur.
Elbette miras bırakan saklı pay dışındaki mallarını kanunların öngördüğü biçimde serbestçe
tasarruf etme ve başkasına dilediği gibi temlik etme hakkına sahiptir. Ancak mallarını kanuna
uymayan şekilde temlik ettiği takdirde, öldükten sonra zarar gören mirasçının bu tasarrufa karşı
koyma, geçersizliğinin tespitini isteme hakkının bulunduğunun da kabulü gerekir.
Öteki deyişle, miras bırakanın nasıl ki saklı pay dışındaki mallarını kanuna uygun biçimde devretme
hakkı varsa, mirasçının da miras bırakanın kanuna aykırı biçimde düzenlediği ve kendisini miras
hakkından yoksun bırakan hukuki tasarruflarına karşı koyma, yapılan temlik ve tescilin iptalini
isteme hakkı vardır.
Asıl olan miras bırakanın terekesinin kanunlarda öngörülen şekilde mirasçılarına intikal etmesidir.
Miras bırakanın saklı pay dışındaki mallarda dilediği gibi tasarruf etme hakkı varsa da, bu temliki
yaparken kanunlarda öngörülen şekil koşuluna uymak zorundadır. Şekil koşuluna uyulmadığı
taktirde, kanun gereği malik olacak mirasçının şekil noksanlığından dolayı bu temlikin iptalini
istemekte hukuki yararı vardır.
Bununla birlikte, miras bırakan bağış sözleşmesini görünüşte satış veya ölünceye kadar bakma
sözleşmesi gibi ivazlı bir sözleşme arkasına gizleyerek, mirasçının saklı payını da temlik etmiştir.
Miras bırakanın bu kötü niyeti ve onunla işbirliği içerisindeki karşı tarafın kötü niyete dayanan hakkı
kanun tarafından korunamaz.
Muris muvazaası davası açacak kişinin muvazaalı sözleşme yapan miras bırakanın mirasçısı
olması yeterlidir. Saklı pay sahibi mirasçı olması gerekmez. Dava açan mirasçı üçüncü kişi
durumunda olduğundan, davasını her türlü delil ile ispat edebilir (Eraslan Özkaya, İnançlı İşlem ve
Muvazaa Davaları, Seçkin Yayınevi, 2. Baskı, s. 343-482).
Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakılınca; davacılar ve davalının kardeş, murisin ise tarafların
annesi olduğu, dava konusu payın ilişkin bulunduğu taşınmazın ilk maliki Talat’ın ölümünden sonra
taraflara ve muris anneye kaldığı, davalı Sevgi’nin bekar olup, anne Gülseren ölene kadar muris ile
birlikte yaşadığı, murisin ve davalının taşınmazın kira gelirinden başka hiçbir gelirlerinin
bulunmadığı, murisin ölümüne kadar tüm ihtiyaçlarının ve bakımının davalı tarafından karşılandığı,
murisin 21.10.1999 tarihinde dava konusu taşınmaz payın intifa hakkını kendi üzerinde bırakarak,
çıplak mülkiyetini davalıya satış göstermek suretiyle tapuda devir ettiği, bu tarihten çok önceleri
başlayan ve özellikle murisin son yıllarında ağırlaşan hepatit hastalığı nedeniyle sık sık tedavi
gördüğü, günlerce hastanede yattığı onun bu halinde bile bakımının sadece davalı tarafından
yapıldığı ve davalının refakatçi olarak günlerce murisin yanında kaldığı, davacıların ise murisin
çocukları olmasına rağmen muris ile hiç ilgilenmedikleri gibi, davacılardan Kevork’un murisi
hastalığının ağırlaştığı son aylarında şikayet etmek suretiyle hakkında ceza davası açılmasını
sağladığı, ceza davasının murisin ölümü ile düştüğü, hususları gerek davacı ve gerekse davalı
tanıklarının beyanları ile dosyada mevcut belgelerden anlaşılmaktadır.
Tüm bu olayların gelişiminden, miras bırakanın hepatit hastalığı nedeniyle, sağlık harcamalarının
arttığı, kira gelirinden başka hiçbir gelirinin bulunmadığı, karşılaştığı sağlık harcamalarına kaynak
yaratmak için çekişmeli taşınmaz payını hayatı ve hastalığı boyunca yanında kalıp kendisiyle
ilgilenen ve destek olan davalıya sattığı; her ne kadar taşınmazın akitteki bedeli ile gerçek değeri
arasında fark bulunsa da, salt tapuda gösterilen değer ile gerçek değer arasındaki nispetsizliğin
muvazaanın varlığına yeter delil sayılamayacağı, kaldı ki, ölene kadar taşınmazda oturmaya
devam etmesi ve davalının kendisine sağladığı bakım ve desteğin yarattığı minnet duygusu dikkate
alındığında, satışın gerçek değer üzerinden yapılmamasının mal kaçırma amacıyla hareket edildiği
anlamını doğurmayacağı sonuç ve kanaatine varılmaktadır.
Diğer taraftan; evladın elverdiğince ebeveynine bakıp yardım etmesi ahlaki bir görev ise de, görev
sınırının aşıldığı, ana babanın normal bakımın ötesinde ihtimama muhtaç olduğu durumlarda
evladın hizmetin karşılığında bir şey istemesi ve sunulan aşırı hizmetin semen olarak
değerlendirilmesi gerektiği, hukuka uygun düşeceğinden, böyle bir durumda temlikin ivazlı olduğu
kabul edilmelidir.
O halde, taraflar arasındaki pay devri isteminde, muris muvazaasının olmazsa olmaz unsurlarından
“gizli sözleşme” unsuru bulunmadığından işlemin gerçekten satış olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 29.04.2009 gün ve 2009/1-130-150 ve 22.10.2008 gün ve
2008/1-650-656 sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı
olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.
Bu nedenle, direnme kararının bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle direnme kararının yukarıda ve özel daire
bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun 429. maddesi gereğince
BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 16.06.2010 gününde oybirliği
ile karar verildi.